İbrahim Murat Gündüz “Ruhun şad, mekânın cennet olsun Başbuğ’um.!” Bazı önderler, yalnızca yaşadıkları çağın değil; ardından gelen nesillerin de aklında ve yüreğinde yaşamaya devam eder. Başbuğ Alparslan Türkeş, işte böyle bir önderdir. Onun ardından susmak hürmetsizlik, unutmak ihanettir. Bugün, 4 Nisan 1997’nin yıldönümünde onu sadece anmıyoruz, ona duyduğumuz sevgiyle değil; ona borçlu olduğumuz mücadeleyle sesleniyoruz:…
İbrahim Murat Gündüz “Ruhun şad, mekânın cennet olsun Başbuğ’um.!”
Bazı önderler, yalnızca yaşadıkları çağın değil; ardından gelen nesillerin de aklında ve yüreğinde yaşamaya devam eder.
Başbuğ Alparslan Türkeş, işte böyle bir önderdir.
Onun ardından susmak hürmetsizlik, unutmak ihanettir.
Bugün, 4 Nisan 1997’nin yıldönümünde onu sadece anmıyoruz,
ona duyduğumuz sevgiyle değil;
ona borçlu olduğumuz mücadeleyle sesleniyoruz:
Başbuğ’um… Gidişin hâlâ içimizde bir sızı, adın hâlâ dilimizde bir yemin.
Ben, İbrahim Murat Gündüz olarak bu satırları kaleme alırken,
yalnızca bir liderin ardından değil;
bir fikrin, bir törenin, bir davanın nöbetçisi olmanın bilinciyle yazıyorum.
1968: Kızıl Teröre Karşı Türk Mukavemeti Başlıyor
1968 yılı itibarıyla Türkiye, kelimenin tam anlamıyla kızıl bir kuşatmanın içindeydi.
Üniversiteler, komünist ve bölücü örgütlerin eline geçmiş; bilim yuvaları, silah ve propaganda üslerine dönüşmüştü.
Derslikler Mao’nun, Stalin’in, Lenin’in posterleriyle kaplıydı.
Sol örgütler, devrim adı altında şehir gerillacılığı yapıyor,
kendilerinden olmayan Türk gençlerine okul koridorlarında kurşun sıkıyorlardı.
Türk genci sindiriliyor, Türk kimliği hedef alınıyor, devlet otoritesi felç ediliyordu.
Türkiye’nin her yerinde sistematik bir “kızıl işgal” yürütülüyor,
devrimciler okulları işgal ediyor, güvenlik güçleri ise sessiz kalıyordu.
İşte böyle bir dönemde, bir adam ayağa kalktı.
Alparslan Türkeş, komünist zinciri kıracak o kıvılcımı yaktı.
Ama elinde silah değil; kitap vardı.
Öfkesi değil, şuuru vardı.
Zira o bilirdi:
“Kurşun geçer, fikir kalır. Kurşun biter, inanç büyür.”
Başbuğ’un Seminerleri: Dokuz Işık’la Uyanış Başlıyor
Başbuğ, ilk adımı inançlı gençlere ulaşarak attı.
Ev toplantıları, dar salonlar, küçük meclislerde verdiği seminerlerle;
onlara “Komünizm nedir?”, “Türklük neden hedef alınıyor?”, “Nasıl direniriz?” sorularını sordu ve cevapladı.
Ve ardından, bu mücadelenin ideolojik zeminini kurdu:
Dokuz Işık Doktrini.
Bu doktrin; Türk milliyetçiliğini bir fikir olmaktan çıkarıp, sistematik bir direnişe dönüştürdü.
Sadece düşmanı tanıtmakla kalmadı; gençlere bir hayat felsefesi verdi.
Dokuz Işık; ahlak, ilim, toplumculuk, endüstricilik, hürriyetçilik gibi temel ilkelerle donatılmış;
hem fikrî, hem pratik bir Türk Milliyetçiliği manifestosuydu.
Ülkü Ocakları’nın Doğuşu: Bir Ruhun Teşkilata Dönüşü
Başbuğ’un seminerlerinden doğan bu fikir hareketi kısa sürede kurumsallaştı.
1969 yılında, önce Ankara’da kurulan ilk Ülkü Ocakları,
sonrasında Türkiye’nin dört bir yanında hızla teşkilatlandı.
Kuruluşun öncülüğünü, Başbuğ’un bizzat yönlendirdiği ekipler yürüttü.
Ülkü Ocakları; bir siyasi gençlik yapısı değildi.
Burası, bir mektepti, bir ahlak ocağıydı, bir ruhun yeniden doğuşuydu.
Burada yetişen gençler:
Kur’an okudu, Türk tarihi öğrendi, Töre ile şekillendi.
Kavga değil; fikir, slogan değil; şuur öğrenildi.
Ve o gençler, sadece ideolojik birer nefer değil;
Türk milletinin istikbâl bekçileri oldu.
Başbuğ şöyle derdi:
“Bir genç, ahlakla yoğrulmamışsa ocağa girmesin. Çünkü ocağın demiri töredir!”
Kızıl Teröre Direnişin Bedeli: Binlerce Şehit
Bu yükseliş, kızıl odakları çılgına çevirdi.
1970’lerin sonuna doğru Türkiye, adeta bir iç savaşın eşiğine sürüklendi.
Komünist militanlar tarafından sadece 1980’e kadar 5.000’e yakın Ülkücü şehit edildi.
Okul bahçelerinde, sokak aralarında, evinin önünde şehit edilen her Ülkücü;
Başbuğ’un dizinin dibinde töreyle büyümüş bir evlattı.
Başbuğ, onların çoğunun ismini bilirdi.
Cenazelerine katılır, tabutlarını omuzlar,
ama asla ağlamazdı.
Çünkü o ağlamazdı;
çünkü o yaşatırdı.
İbrahim Murat Gündüz’ün Kalbinden: Biz Ocağın Çocuklarıyız
Ben, İbrahim Murat Gündüz olarak;
Ülkü Ocakları’nın yetiştirdiği her bir Türk gencinin,
bu topraklarda sadece kendisi için değil;
milleti, devleti, bayrağı ve töresi için yaşadığını biliyorum.
Bizler o seminerlerin mirasçılarıyız.
Bizler Dokuz Işık’ın ışığıyla yürüyen bozkurtlarız.
Ve bizler için bu dava bir tercihten öte, bir şeref, bir namus borcudur.
Ve O Kara Gün: 4 Nisan 1997
Ne yazık ki, her kutlu ömür bir gün tamamlanır.
4 Nisan 1997 sabahı, Alparslan Türkeş, ebediyete irtihal etti.
O sabah Ankara sustu.
O sabah Türkiye’nin kalbi durdu.
Millet bir önderini, gençlik bir babasını,
Türk milliyetçileri bir pusulasını yitirdi.
Ne mutlu ki; ardından milyonlar yürüdü.
Yüzbinlerce Ülkücü tekbirlerle, dualarla, gözyaşlarıyla onu uğurladı.
Ama hiçbir gözyaşı, onu kaybetmenin derin hüznünü silemedi.
Ben, İbrahim Murat Gündüz olarak,
o günden beri her 4 Nisan’da yüreğimde bir ağırlık,
boynumda bir borç hissediyorum.
Çünkü biliyorum ki:
Başbuğ’un izinden dönenin yolunu, Türk milletinin vicdanı kesecektir.
Ve biz o yoldan dönmeyecek, onun mirasını namus gibi taşıyacağız.
Ruhun şad, mekânın cennet olsun Başbuğ’um.
Sen gittin ama biz buradayız.
Sen sustun ama biz konuşuyoruz.
Sen yürüdün ama biz nöbetteyiz.
Ve senin adını her 4 Nisan’da değil, her gün kalbimizde taşıyoruz.
Başbuğ’un Ardından
Ama Asla Geriye Değil… Hep İleriye!
#ibrahim-murat-gunduz
https://www.haber3.com/amp/etiket/ibrahim-murat-gunduz
https://www.keepandshare.com/doc6/42823/ibrahimmuratgunduz-nevruz-manifestosu
https://www.keepandshare.com/doc6/42851/ibrahim-murat-gunduz-pdf-links
Reklam & İşbirliği: [email protected]